Internet Gazete ATAK Ajans Internet Yayıncılık LLC kuruluşudur -
$ DOLAR → Alış: 38,61 / Satış: 38,76
€ EURO → Alış: 43,25 / Satış: 43,43

Bir Azgelişmişlik Sendromu: Para Her Şeydir

Murat ÖZKAN
Murat ÖZKAN
  • 04.05.2025
  • 231 kez okundu

Karar Gazetesi yazarı İbrahim Kiras, 1 Mayıs 2025 tarihli köşe yazısında Türkiye’deki para ve mevki tutkusuna dair önemli bir konuyu kaleme aldı. Kiras yazısında değindiği husus; yalnızca bize özgü bir hırsı değildir. Azgelişmiş toplumlar da görülen derin ve yapısal bir sorundur. İşaret ettiği konu; paranın her şey olduğu düşüncesidir. Bu yazıda; para ve gücün azgelişmiş toplumlarda neden bu derece önemli olduğunu ve bu durumun bireysel bir tercih mi, yoksa kurumsal zafiyetlerin ve toplumsal yapının bir sonucu mu olduğunu tartışmak istiyorum.

Türkiye’de zenginleşme ve mevki sahibi olma arzusu yeni bir olgu değildir. Osmanlı’nın son dönemlerinden beri devletle temas güce ve paraya ulaşmanın en kestirme yolu olarak görülmüştür. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde itibaren bu durum toplumsal yükselişin anahtarı olmayı kısmen sürdürdü. Geçmişten günümüze bu anlayışın kökleştiğini ve yalnızca bir tercih değil, adeta bir toplumsal refleks halini aldığını söylemek pek, sanırım yanlış olmayacaktır.

1980 darbe sonrası dönemde, neoliberal politikaların etkisiyle bu yapının daha da derinleştiğini görüyoruz. Piyasa ekonomisi adı altında gelişen bu yapı, adil rekabetten çok ayrıcalıklı zenginleşmeyi teşvik etti. Devlet küçülürken, kamu kaynaklarının paylaşımı siyasallaştı. Zenginlik “nimet” olarak görülmeye başlandı; başarı, manevi değil maddi ölçütlerle tanımlandı. Son dönemde, daha mütevazı olmaları beklenen dindar kesimler arasında bile lüks, gösteriş ve siyasal güç meşruiyetin sembolüne dönüştü.

Bu değişimin kültürel taşıyıcılığını ise, medya ve popüler figürler üstlendi. Başarı, artık emek ya da bilgiyle değil; sahip olunan arabayla, yaşam tarzıyla, sosyal medyada görünen varlıkla ölçülür hale geldi. Ahlak, sadelik, kanaatkârlık gibi değerler, görünürlükten uzaklaştırıldıkça etkisini kaybetti. Genç nesiller için başarı, erdemli bir yaşamdan değil; çabuk zenginleşmekten ve dikkat çekmekten geçmeye başladı.

Tam da bu noktada, meseleyi daha yapısal bir bağlama oturtmak gerektiği kanaatindeyim. Bilimsel çalışmalar; kurumların niteliğinin, bu yozlaşma döngüsünde belirleyici bir rol oynadığını söylemektedir. Politik iktisat literatüründe sıkça vurgulandığı gibi, kapsayıcı kurumlar yurttaşlara eşit fırsatlar sunar, emeği ve yeteneği ödüllendirir, herkesin sistem içinde yükselebileceği bir zemin oluşturur.

Buna karşın dışlayıcı kurumların hâkim olduğu toplumlarda ise, siyasi güç dar bir grubun elinde toplanır, kaynakların paylaşımı adaletsizdir. Sosyal hareketlilik son derece kısıtlıdır. Türkiye’de de ne yazık ki kurumların önemli bir bölümü dışlayıcı niteliktedir. Liyakat yerine sadakat, rekabet yerine kayırmacılık, hukukun üstünlüğü yerine keyfiyet geçerlidir. Bu yapıda insanlar, sisteme güvenmedikleri için siyasal gücü ele geçirmek ya da yakınında olmak için yoğun bir arayışa yönelirler. Diğer bir deyişle, hak ederek değil; kısa yollardan paraya, mevkiye ulaşma çabasına girerler. Dışlayıcı kurumlar sadece adaletsizliğin değil, aynı zamanda adil rekabetinde en önemli nedenidir. Adil rekabeti sağlayacak kurumların olmaması siyasal elitlerin ekonomiye müdahalesini kolaylaştırır. Burada rekabet, üretim ve verimlilikten ziyade siyasi güce yaklaşmak üzerine kurulur. Ve siyasetçi ile girilen bu ilişki ise tam bir kısır döngüye neden olur.

Bu tabloyu sadece Türkiye’ye özgü sanmak hata olur. Azgelişmiş ya da kurumsallaşmamış ülkelerde bu döngü sıkça görülür. Sorunun kaynağı ise açıktır: Devlet, yurttaşlarına adil ve şeffaf bir rekabet zemini sunmaması ve toplumun da bunu talep etmemesidir. Önceki paragrafta kısmen değindiğimiz gibi, bu toplumlarda liyakat sistemi işlemez, eğitimde fırsat eşitliği sağlanmaz, hukuk güven vermez. İnsanlar da rekabet sistemine güvenmeyince, başka yollarla para ve mevki arayışına yönelir. Bu da siyaset eliyle zenginleşmeyi, kamu kaynaklarını çıkar aracı haline getirmeyi adeta meşrulaştırır, özendirir. Böylece sistem, kendi içinde kendini besleyen bir yozlaşma sarmalına girer.

Kanaatimizce, bu kısır döngüyü kırmak ve sarmaldan çıkmak, iki temel koşulun gerçekleşmesine bağlıdır. Birincisi, devletin gerçekten kapsayıcı, adil ve şeffaf kurumlar oluşturmasıdır. Eğitimden, kamu ihalelerine, yargıdan, kadro atamalarına kadar her alanda hakkaniyetin tesis edilmesini gerekir. Bu sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal barışın da temelidir. İkincisi ise, topluma yön veren elitlerin ahlaki bir duruş sergilemesidir. Ahlaki liderlik, sadece söylemle değil; sade, tutarlı ve gösterişten uzak bir yaşamla mümkündür. Bu tür örnekler, halkın değer sistemini yeniden inşa ederek güçlü bir etki yaratabilir.

Sonuç niyetine; Türkiye ve benzeri ülkelerde “para her şeydir” anlayışı yalnızca bireysel bir ahlaki sorun değildir. Kurumsal eksikliğin ve bozulmanın, kültürel deformasyonun ve siyasal yozlaşmanın bir sonucudur. Bu düzeni dönüştürmek, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki ve yapısal bir mesele olarak ele alınmalıdır.

Gerçek zenginlik; başkasının hakkına el uzatmadan, alın teriyle, liyakatle ve dürüstlükle kazanılandır. Bu anlayış toplumun merkezine yerleşmedikçe, kalkınma da, huzur da hep yarım kalacak, huzur sağlanamayacaktır. Son söz olarak şunu söylemeden geçemeyeceğim. Her iktisadi sosyal sistem kendi insan tipini yaratır. Adil bir rekabet düzenine dayanmayan bu ekonomik yapıdan adil bir toplumsal düzen çıkmaz.

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

YORUM YAZ