Internet Gazete ATAK Ajans Internet Yayıncılık LLC kuruluşudur - 30 Nisan 2025, Çarşamba
$ DOLAR → Alış: 38,34 / Satış: 38,49
€ EURO → Alış: 43,66 / Satış: 43,83

Hukuk Egemenin Kılıcı mı, Halkın Güvencesi mi?

Murat ÖZKAN
Murat ÖZKAN
  • 19.04.2025
  • 274 kez okundu

Modern dünyada hukuk, yalnızca kurallar bütünü değil; aynı zamanda siyasal rejimin ve toplumsal düzenin ahlaki pusulasıdır. Bu pusula kimi zaman halkın yönünü bulmasını kolaylaştırırken, kimi zaman da bilinçli olarak karartır. Bu manada, iki büyük hukuk anlayışından söz etmemiz gerekir. Birbirinin karşısında duran hukuk sistemlerinden Biri, Carl Schmitt’in siyasal olanın doğasını dost-düşman ayrımıyla tarif eden, hukuku egemenin hizmetine gören yaklaşımdır. Diğeri ise, evrensel hukuk dediğimiz ve halen hukuk eğitiminin içeriğini belirleyen ve John Rawls’ın Bir Hukuk Teorisi adlı kitapta bahsettiği eşit yurttaşlık, temel özgürlükler ve adil fırsat ilkesiyle tanımladığı liberal hukuk devleti modelidir. Kısaca; biri hukuku bir siyasi kalkan ve kılıç olarak görürken, diğeri onu yaşam kalitesini yükselten kamusal bir sözleşme olarak tanımlar.

Carl Schmitt, 20. yüzyıl Avrupa’sının kaotik döneminde yetişmiş bir Alman hukukçu ve siyaset kuramcısıdır. Ona göre siyaset, temelde dost ile düşman arasındaki ayrımı yapabilme kudretidir. Bu ayrım Carl Schmitt’e göre hukuku da belirler; dost olan korunur, düşman olan bastırılır.

Schmitt’e göre hukuk, bir iktidar aracıdır. Tıpkı Sovyet devrimi sonrası Rusya’da olduğu gibi. Sovyet hukukçusu Evgeny Pashukanis’in bu hukuk anlayışını veciz bir şekilde ifade etmiştir; “Devrimci hukuk siyasetin köpeğidir.”  Diyerek. Bu cümlenin bize anlattığı şey ise; hukuk ile siyasetin bir arada bulunduğu totaliter düzende, adaletin yerini sadakat ve ideolojik bağlılığa bıraktığını gösteren çıplak bir itiraftır.

Sovyet sisteminde burjuvazi, kulaklar (zengin köylü), muhalif sosyalistler gibi gruplar “halk düşmanı” olarak tanımlanarak hukuk dışına çıkarıldı. Stalin döneminde milyonlarca insan bu anlayışla bastırıldı. Aynı anda partiye sadık olanlar için hukuki dokunulmazlık ve imtiyaz sistemi kuruldu. Düşman hukuku ve yandaş hukuku; yani Schmitt’in kavramsallaştırdığı “çift yönlü hukuk” modeli bu topraklarda ete kemiğe büründü. Ne yazık ki bu anlayış yalnızca tarihe ait değil. Günümüz dünyasında da birçok ülkede az ya da çok etkileri hala görülmekte, Schmitt’in öngördüğü şekilde bir istisna hali hukuk rejimi bulunmaktadır.

Oysa John Rawls’ın çizdiği liberal hukuk modeli, bu tabloya bütünüyle karşıdır. Rawls’a göre hukuk, toplumun tüm üyeleri arasında yapılmış bir adalet sözleşmesidir. Bu sözleşmede, iki temel ilke vardır. Birincisi Herkes için temel özgürlüklerin eşitliği, ikincisi ise sosyal-ekonomik eşitsizliklerin ancak en dezavantajlıların lehine olacak şekilde kullanılmasıdır(pozitif ayırımcılık). Bu, bireyin sadece devletten korunması değil, aynı zamanda onurlu bir yaşam sürdürebilmesi için fırsat eşitliğiyle desteklenmesi anlamına gelir. Liberal hukuk, bireyi devletin tanıdığı bir özne değil, devleti sınırlayan bir özne olarak görür. Bu modelde devlet güçlüdür, evet; ama keyfi değil, adil olmak zorundadır. Suç bireyseldir, mahkeme kararı olmadan kimse suçlu sayılamaz. Hiçbir siyasal pozisyon, kişiyi hukukun dışında bir yere koymaz. Hukuk, sadakat değil, eşitlik ilkesine dayanır.

Bu bağlamda liberal hukuk düzeni, sadece birey haklarını korumakla kalmaz; insanın yaşam kalitesini artırır. Güven duygusu yaratır. Vatandaş, düşüncesini açıklarken, oy verirken ya da eleştiride bulunurken korkmaz. Çünkü bilir ki hukuk, kim olduğuna değil, ne yaptığına bakar. Bu da bireyde yaratıcılığı, toplumsal katılımı, düşünsel özgürlüğü teşvik eder. Adil bir hukuk düzeni, sadece adaletin değil, refahın ve barışın da teminatıdır.

Bugün ülkemizde hukuka olan güvenin çarpıcı biçimde azalması, hukukun bu asli işlevini yeterince yerine getiremiyor olmasındandır. Dost ve düşman ayrımına göre çalışan bir yargının varlığı düşüncesi, toplumda haklı-haksız ayrımını silikleştirir, yurttaşların birbirine olan güvenini çürütür. Adaletin ve hakkın değil sadakatin ödüllendirildiği bir toplumda liyakat değil çıkar, sorumluluk değil bağlılık ön plana çıkar. Bu ise yalnızca siyasal istikrarsızlığa değil, toplumsal çözülmeye de yol açar.

Carl Schmitt’in teorisi otoriter siyasal sistemlerin çıplak doğasını açığa çıkarırken, John Rawls’ın teorisi bize insanı esas alan, adil ve yaşanabilir bir toplumun yol haritasını sunar. Biri karanlığı rasyonalize ederken, diğeri aydınlığı organize eder. Sorun yalnızca “hukuk var mı” sorusu değildir; hangi hukuk, kimin için, ne uğruna sorularına da yanıt aramamızı gerektirir.

Adaletin gerçekten herkes için geçerli olduğu bir düzen kurmak istiyorsak, hukuku siyasetin hizmetinde değil; halkın güvencesi olarak inşa etmeliyiz. Çünkü hukuk, ancak düşmanına da adil davranabildiği zaman gerçekten hukuktur. Ve unutulmamalıdır: A John Rawls’ın dediği gibi; adaletin olmadığı bir yerde refah, güven ve özgürlük de uzun süre barınamaz.

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

YORUM YAZ