Kanal İstanbul
Kanal İstanbul iddialı bir proje olarak ülkemizin gündemini uzun süredir meşgul etmektedir. Karadeniz ile Marmara Denizi arasında ikinci bir suyolu açmayı hedefleyen bu proje, farklı açılardan değerlendirildiğinde karmaşık sonuçlar doğurabilecek nitelikte görünüyor. Bu nedenle, projenin sunduğu fırsatlar kadar beraberinde getirdiği risklerin de objektif bir bakış açısıyla ele alınması büyük önem taşıyor. Bu yazıda bazı risklere değineceğim.
Projenin temel gerekçelerinden biri, İstanbul Boğazı’ndaki gemi trafiğinin yoğunluğunu azaltmak olarak ifade ediliyor. Ancak resmi verilere göre, Boğaz’dan geçen gemilerin yalnızca yaklaşık %8 ila %10’luk bir kısmı tehlikeli yük taşıyan tankerlerden oluşuyor. Geri kalan büyük çoğunluğu standart yük ve yolcu gemileri teşkil ediyor. Öte yandan, bazı uzmanlar ise, küresel deniz trafiğinin ilerleyen yıllarda artacağı beklentisi doğrultusunda, projenin uzun vadeli ulaşım planlaması açısından dikkate alınması gerektiğini vurguluyor.
Yukarıda yer alan görüşler dışında; Kanal İstanbul’un inşasıyla birlikte İstanbul’un coğrafi yapısında köklü değişiklikler meydana gelecektir. Şehrin Avrupa ve Asya yakaları arasındaki kara bağlantısının yalnızca birkaç köprüye indirgenmesi, ulaşım ve savunma planlamaları açısından ciddi sonuçlar doğurabilir. Trakya bölgesinin Türkiye’nin ana karasıyla olan bağlantısının zayıflaması, özellikle batıdan gelebilecek tehditler karşısında askeri sevkiyat ve yığınak kabiliyetinin kısıtlanması anlamına gelecektir. Bunun yanı sıra, yeni açılacak kanalın savunulması için ilave askeri ve güvenlik önlemleri alınması gerekecek, bu da savunma bütçemize sürekli yeni maliyetler ekleyecektir.
Projenin Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerindeki olası etkileri ise ayrı bir stratejik risk alanı oluşturmaktadır. 1936 yılında imzalanan bu sözleşme, Boğazlardan geçişte Türkiye’ye kontrol yetkisi tanıyarak Karadeniz’de kıyıdaş ülkeler lehine bir denge sağlamıştır. Ancak Kanal İstanbul’un Montrö kapsamına girip girmeyeceği konusunda henüz tam bir netlik bulunmamaktadır. Bazı uzmanlar, yeni kanalın Montrö dışında kalabileceğini ve bu durumun Karadeniz’e yabancı savaş gemilerinin girişini kolaylaştırabileceğini savunmaktadır. Bu senaryo gerçekleşirse, Karadeniz’deki mevcut askeri denge Türkiye’nin aleyhine değişebilir.
Çevresel etkiler açısından bakıldığında da proje ciddi riskler barındırmaktadır. Kanalın güzergâhı boyunca yaklaşık 13 bin hektar tarım arazisi ve 2 bin hektardan fazla orman alanının yok olacağı öngörülmektedir. Bu da yaklaşık 21 bin futbol sahası büyüklüğünde verimli toprak ve doğal alan kaybı anlamına gelmektedir. İstanbul’un kuzeyinde yer alan su havzalarının, özellikle de Sazlıdere Barajı gibi önemli içme suyu kaynaklarının zarar görebileceği konusunda uzmanlar tarafından ciddi uyarılar yapılmaktadır. Ayrıca, Karadeniz ile Marmara Denizi arasında değişecek su akışı, Marmara’nın oksijen dengesi ve akıntı sistemleri üzerinde olumsuz etkilere yol açabilecektir. Bilim insanları, bu durumun müsilaj ve Marmara Denizi’ndeki canlı yaşamı üzerinde olumsuz etkiler yaratabileceği ve çevresel felaketlerin daha da sıklaşmasına neden olabileceği konusunda uyarılarda bulunmaktadır.
Projenin ekonomik boyutu da önemli soru işaretleri doğurmaktadır. Resmî açıklamalara göre Kanal İstanbul’un maliyetinin 15 milyar dolar olacağı belirtilmektedir. Ancak bağımsız analizler, altyapı çalışmaları, kamulaştırmalar ve güvenlik harcamaları da hesaba katıldığında maliyetin hesaplanan maliyetini kat be kat aşacağını öngörmektedirler. Bunun yanı sıra, kanalın tamamlanmasının ardından ortaya çıkacak olan yıllık bakım ve işletme maliyetleri de projeye ek bir yük getirecektir. Gelir modeli konusunda da net bir tablo bulunmamaktadır. Uluslararası deniz hukuku çerçevesinde pek çok gemi İstanbul Boğazı’ndan ücretsiz geçiş hakkına sahip olduğundan, gemilerin neden ücretli bir kanal kullanmayı tercih edecekleri sorusu hâlâ cevaplanmış değildir.
Tüm bu değerlendirmeler ışığında, Kanal İstanbul projesi, Türkiye için stratejik, çevresel ve ekonomik açıdan çok boyutlu sorunlar doğurabilecek bir girişim olarak karşımıza çıkmaktadır. Projenin sunduğu potansiyel fırsatların yanı sıra, getireceği risklerin de bilimsel veriler ışığında kapsamlı bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Karar vericiler için en doğru yaklaşım, projenin maliyet-fayda dengesinin titizlikle analiz edilmesi ve yalnızca kısa vadeli hedefler değil, uzun vadeli ülke çıkarlarının gözetilmesidir. Unutulmamalıdır ki, sürdürülebilir kalkınma ancak doğal kaynakların korunması, uluslararası dengelerin gözetilmesi ve şeffaf, katılımcı bir süreçle mümkündür.